Pazar, Şubat 28




şu anda buna varımı, yoğumu vermek istiyorum. ve hatta gerekirse ruhumu buna satmak istiyorum. eti ne yaptın kuzum sen ya! :(


eda.
ankaraya geldiğimden beri, ne zaman özlesem, malak gibi dengesiz herifler dinliyorum. bi boka yaramıyor pek ama. yanyana durup bir ağızdan haykırasım var, "senden ricam beni çok fazla sıkmaman, zaten delirdim daha çok bunaltmadan? bir şişe alkol alıp gelir misin..."
"çok şey ummuştum, olmadı. lütfen yardım edin, burdaki herkes bir ruh hastası!"


sen çıkıp gelsen asıl ufaklık. ankara götüm gibi şehir gerçi. çay, kahve, çikolata yapalım. dilediğin kadar kafayı bul sonra bir yerde, yetmezmiş gibi bir de sigaraya özen, hem sövüp hem seviyim seni. salaksın ya, ahah.

en kıyamadığım iki mahlukattan biri olmana ne diyosun?.. öyle böyle bir kıyamama hali değil.

burda ben, sensiz, sadece yalnızlığımı büyütüyorum. insanlardan soğuyorum. ergen muhabbeti değil, cidden bak. beraber dışarı çıkarken giydiğimiz şortları giyince, ortalama üstü oda arkadaşlarım bile ne tepki vericeğini şaşırıyor. gittim o şortu değiştirdim ya bir de, iki gündür bu konuya takık yaşıyorum. niye değiştirdim. küçük ama midemi bulandıran meseleler. gelirsen minilerinla gel. sıkıldım. özledim.

Pazartesi, Şubat 22



ve bir gün ben demiştim diyeceğimi bilerek yaşamak, elbette yorucu.

Pazar, Şubat 21

bulanıklığımı dalga dalga yaymayabilseydim şayet, fena olmayabilirdi.
"her sabah bir çöl masalında uyanırdım. belki de yanlış bir leyla?"

Pazartesi, Şubat 15

aşk olsun

"Aslında her çiftin bir özel günü vardır. Ama sistem detayları sevmez, farklılıktan hoşlanmaz, çeşitlilik sinirini bozar. Var gücüyle kendi tüketici formülünü dayatır. 14 Şubat bir yanıyla tüketim kültürünün bir uzantısıdır elbet, bir yanıyla da sistemin tektipçi yanını ifşa eder.

Sevmek ne uzun kelime!, diyordu Cemal Süreya.

Biz de diyelim o halde, sevmek ne uzun kelime! Ve şunu da diyelim: Bir yıla, bir ömre dahi sığmayacak kadar uzun bu kelime, nasıl olur da bir güne sığar? Sığabilir mi? Mümkünatı var mı?

14 Şubat yaklaşırken, baktığı her şeyi paraya çevirmeye programlanmış sistemin sevgililer günü virüsü tüm dünyaya yayıldı. Dört bir yanımız bir tür suçiçeğine kesti. Çarşının, pazarın, hayatın kalp şeklinde kırmızı lekeciklerden kendini kurtarabildiği çok az yer kaldı. Hastalığa yakalananlar eski çarşı pazarların modern versiyonu AVM'lerden çıkmıyor, yakalanmayanlar kaçacak yer arıyor: elde kalan son kutsal duygulardan birinin rezil bir tüketim politikasının eline düşmesinden ar ediyor, öfkeleniyorlar.

Ama insanların birbirini öldürmesinden, birbirinden korkmasından, şüphelenmesinden para kazanan bir sistem, nasıl olacaktı da insanların birbirini sevmesinden para kazanmayacaktı? Mümkün müydü?

Düşünüldü taşınıldı. Önce bir hikaye lazımdı. Sonuçta şu Aziz Valentine hikâyesi çıktı "Zaten sevişiyorlar" dedi teorisyenlerden biri "Yılda bir gün de bizim için sevişecekler, hepsi bu!". Ve ekledi bir diğeri: "Biz hiçbir şey yapmayacağız, yalnızca ambalaj, kalp formunda kırmızı kutucuklar, hepsi bu." Ve virüs tüm dünyaya yayıldı. Her 14 Şubat'ta çarşıda pazarda kalp formunda kırmızı kutucuklarda herkesin bütçesine göre aşk satılmaya başlandı. Aşka dair bütün klişeler pazara sürüldü. Aşk paraya tahvil edildi. Ama hangi aşk?

İnsanın aşkı satın almaya kalkması için ilk önce aşktan haberi olmaması gerekir. Bunun için de kendinden bihaber olması, kendini, bedenini, duygularını okumayı bilmemesi gerekir. Bu da, eğitim sistemine ve kitlesel medyaya havale edilmiştir, bilindiği üzere. Aşkın, her yere ulaşan uzun ahtapot kollarına, bilinçleri zehirleyen gazlarına rağmen sistemin her zaman girmeyi beceremeyeceği özel bir alan olduğunu unutması gerekir. Orada yalnızca iki insanın macerasının olduğunu, yalnızca ikisine ait bir dille yazıldığını, yalnızca ikisinin bildiği gizli bilgilerle örüldüğünü hiç hatırlamaması gerekir. İki kişiye ait bir gizli bilgilerhiyeroglifidir aşk.

Aşık ve maşuk insanların yaşadığı bir başka alem olduğunu, orada hayatın adına aşk denilen her biri kendi tadında farklı meyvelerinden tadıldığını, o meyveyi tadan insanların değişip büyüyüp güzelleştiğini, bu büyülü âlemden kimsenin girdiği gibi çıkamadığını hiç fark etmemesi gerekir. Ve adına aşk denen bu güzel alemin sistemden gayrı herkese açık olduğunu bilmemesi gerekir. Mevlana'nın dediği gibi "O geniş ovada elbet bizim de bir yerimiz var. Arif oraya varanda, başını kor."

Aslında her çiftin bir özel günü vardır ve o özel gün genelde, sayısız özel biçimleriyle, kutlanır. Ama sistem detayları sevmez, farklılıktan hoşlanmaz, çeşitlilik sinirini bozar. Var gücüyle kendi tüketici formülünü dayatır. 14 Şubat bir yanıyla tüketim kültürünün bir uzantısıdır elbet ama bir yanıyla da sistemin tektipçi yanını ifşa eder. Kitlesel tüketimi coşturmak için bütün özel günleri 14 Şubat'ta toplamayı denediğini gösterir. Sunduğu üniforma askerinki ya da polisinki değildir, Daltonların çizgili üniforması da değildir, ama kırmızıya ve beyaza kesmiş, üzeri kalpten lekeciklerle dolu tasarımıyla onlardan özünde bir farkı yoktur. Varsaydığı aşk kızla erkeğin aşkıdır. Adamla kadını bile dahil etmez, kadınla kadının, erkekle erkeğin aşkı zaten çok ayıptır. Teklif edilmesi dahi düşünülemez.

Aynı minvalde, aşk tercihi ne olursa olsun, yalnız insanı da dışlar bu tüketim sistemi. Umudunu "Düşünüyorum, öyleyse varsın" diye insanca bir cümleyle besleyen ve arayan yalnız insanın takviminden bir günü çalar kendince. Hatta okulun, ailenin, askerin iğdiş edici tedrisatından geçmiş, medyanın yağmurundan nasibini epeyce almış sıradan vatandaşa, eğer yalnızsa, tarifsiz acılar sunar. Parası olmayan kişi bir hiçtir, sistemin bakış açısına göre. 14 Şubat'ta sevgilisi olmayanın da bir hiç olduğunu söyler aynı bakış açısı.

Kendi yarattığı insan biçimine yine kendi yarattığı aşk formlarını, stil hediyeleri, sosyal aktiviteleri sattığı da söylenebilir bir taraftan. Yalnız bırakılan, korkutulan, düşünme, yaratma, üretme becerileri ellerinden alınan insanların yalnızca Allaha sığınmadığını, bazen mevcut sisteme, tüketim çılgınlığına, hatta çoğu zaman sevilmediklerini bildikleri ötekine sığınabileceklerini de gösterir bize. Bu yanıyla öğreticidir de bizim için.

Aşk bir müsamereye dönüşür 14 Şubatlarda. Ancak o aşk bizim aşkımız değildir. Argümanlarımız haklıdır. Aşkınçağrıldığı yere geldiğinin daha vaki olmadığını, kaprisli, sürprizli olduğunu, ele avuca sığmadığını, uçarı, haşarı, havai olduğunu, insanlığın en büyük öğretmenlerinden olduğunu, bize elimizden tutup kim olduğumuzu, ne olduğumuzu öğrettiğini ve daha birçok şey söyleyebiliriz. Bitmez.

14 Şubatlarda aşklar dağlarda gezer, diyor bir arkadaşım gülerek. Aşkın sisteme el vermeyen, sisteme karşı koyan, boyun eğmeyen ve asla da eğmeyecek olan isyankar yanını, eşkıya yanını söylüyor bir yandan. Dağlarda bir ateşin başına oturup bize, şehirlerimize bakıp ne düşünür acaba? diyorum ben deÜzülüyor mudur halimize?

Boş ver bu melankolik safsataları, diyor arkadaşım,Ateşe dikkat et, kalp formunda kırmızı kutucuklarla besliyor ateşi. (BK/TK)

Bülent Kale

http://www.bianet.org/bianet/toplum/120046-ask-olsun"


önce, cümlesi cümlesine gerçekten anlamlısın. 14 şubat, hediyeyi seven hatta almaktan çok da vermeyi seven benim için sadece "hediye almaya yer olsun" günüydü. ama artık o da değil. hediye almak için illa adı belirlenmiş, çizgileri çekilmiş bir güne ya da sebebe mi ihtiyaç varmış sanki? düşünememiş ve saçmalamışım.

Pazar, Şubat 14

babamı sevimli yapan detaylar

sevgililer gününün çok derin şeyler ifade ettiği insanlardan değilim. ama bu günün benim yüzümü gülümseten bir tanecik detayı var. -babasıyla çok diyalogu olan şanslı kızlardan değilim. maalesef, hiç bi zaman anlaşamadık..- ama babamın, hiç birini atlamadan, her 14 şubat, 8 mart ve anneler gününde; -tam da ben suratımı asmış evde otururken- bana, edaya, aysuya, anneme, gözdeye(kuzen), teyzeye ayrı ayrı buket buket çiçekler alması, beni kocaman gülümsetir.
o detay işte; ellerinde bi sürü çiçekle kapıyı çalan baba. bi de yerli yersiz ped alıyor bazen, ona da çok gülüyoruz. normali, yoğunu, gecesi, günlük pedi, kotexi, orkidi. hayır kimsenin ona böyle bir görev yüklemişliği de yok, neye göre seçip seçip aldığı meçhul, ahah. en son eda kızdı, alma artık, beraber alalım alacaksak, beğenmediklerimden alıyosun sürünüyor evde bunlar diye.

Perşembe, Şubat 11





ŞEHİR
"başka diyarlara, başka denizlere giderim, dedin.
bundan daha iyi, başka şehir bulunur elbet.
her çabam kaderin olumsuz yargısıyla karşı karşıya;
bir ceset gibi gömülü kalbim.
aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede."

yeni bir ülke bulamazsın, başka bir şehir bulamazsın.
bu şehir arkandan gelecektir.
sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın.
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
başka bir şey umma.
ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte;
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.


ben bunu hatırlamalıyım. sık sık hatırlamalıyım. ağustos ayındayız, hazalimuyla konuşuyoruz, ah izmir ne çok yordu bizi, kaçalım, gidelim buradan, nereye olursa olsun gidelim, kimsenin bizi tanımadığı şehirlere gidelim. ne zaman gidicektik ankaraya, kaç gün kaldı? gidince güzel olucak gör bak, bi koparsak göbek bağımızı. izmir bitirdin bizi, sıkıldık senden. nefes alamıyoruz artık, gidelim. öf. şimdi bile bunalıyorum. sonra ankaraya geldik, el ele, göz göze. kocaman bir hayal kırıklığı. uğursuz eylül-ekim ayları. anlatmasam daha iyi. gel gör ki ders alabilen biri değilim sanırım ben. bugün bile aklıma gitmek. bi gitsem. kimse gitmeden benden önce, ben defolup gitsem başka şehirlere, o zaman çok güzel olur mu ki. olmaz.


"kuşkusuz artacak yalnızlığım sevgili çocuk
biliyorsun ben hangi şehirdeysem
yalnızlığın başkenti orası

bir de yine sevgili çocuk
biliyorsun kişi tutkularıyla
yalnızlığını adlandırıyor. o kadar."

CEMAL SÜREYA


Salı, Şubat 9

uyurum. uyanırım, geçmemişse tekrar uyurum. tüm bu süreçte yemek yemem, nası deme valla yemem. billa yemem. azıcık yersem kusarım. yüzümü görsen ben o haldeyken, sadece elmacık kemiklerim var sanırsın. sonra saçlarımı boyatırım, keserim(öğrenilmiş depresyonculuk, ne komik, ilahi), bazen buna bile halim kalmaz. rutin hayatta manyaklar gibi şefkat arar, şefkat gösterene mıknatısmışcasına giderken, bu sefer şefkat gösterenden kaçarım. tüylerim diken diken olur. hazal varsa ağlarım, başkaları çoksa gülerim. çok gülebilirim. çok içmem. belki bu sefer içerim bilemedim. müzikten kaçarım. internete girmem. gitmek arzusuyla gene yanıp tutuşup bi adım ötesine gitmem. sonra geçer. büyütücek bişey yok.
dünyanın en büyük ve en çocuk yalnızıyım ben. öyle alıştım.


9 şubat 2010.

dan bu yana geçerliliğini koruyan tümceler.


bir de daha acıtarak ekleyebilirim ki ; düşmek için tırmanıyorum sanki, emek veriyorum ki sonrasında hepsinin içine bir bir sıçsınlar.

Pazar, Şubat 7


ya benimsin, ya toprağın.


giriş: 18 ocak 2010. ben evime adımımı attım ve anneciğime kurduğum ilk cümlenin içerisine o eşsiz biber kızartması tamlamasını kondurdum.
gelişme: günler geçti, haftalar geçti, biber kızartması da biber kızartması diye ağlar, özellikle gece acıktığım için vakitsiz saatlerde ağıtlar yakar oldum. ama nası, dizlerimi falan dövüyorum. seni ben ellerin olsun diye mi sevdim diye rakı kadehlerine uzanıyorum. gene de anneme fayda etmiyor yani:/ işte gel zaman, git zaman, tarihler 7 şubat 2010u gösterirken, anneciyim nihayet aş eren kızına biber kızartması yaptı. başta gözlerime inanmakta güçlük çektim. evde bulunduğum 20 gün boyunca bütün ümitlerim tükenmişti sonuçta.. 22 eylül 2009dan sonra bana ilk defa yeşil yeşil bakan biber kızartması, nası diyim, sanki askerden dönen bir sevgiliydi böyle. hasretle kucaklaştık, uzun uzun bakıştık, gülüştük, ağlaştık. güzel anlardı, ne çok özlemişim falan dedim. yoğurdun üzerine damla damla yağlarını çıkararak karşılık verdi bana. bambaşka bi ilişkimiz vardı artık onunla.
sonuç: sonra işte, sonra yedim yani. ömrümün sonuna kadar mal gibi bakışcak halim yoktu. o kadar. canım sıkkın.

Cuma, Şubat 5

tek gündemim boynumdaki ben oldu bugün itibariyle. 2 yıldır aldırmayı ertelediğim benime dermatolog artık aldırman şart, başına iş açıcak dedi. böyle bi yüzüm düştü, gözlerim doldu, histerik histerik baktım, üzüldüm yani haliyle. çok tırsak bi insanım evet. elim sürekli benimde, elleyip duruyorum bişi varmış gibi. bi de tam boynumda. kimisi iz kalıyo demiş, kimisi iz kalmıyo demiş. kalmasın iz falan :( bitsin gitsin artıkın.

Perşembe, Şubat 4

alınca bütün dertlerim bitivericekmiş gibi hissettiğim çizmeleri; gittim, mağaza mağaza dolandım, buldum. zaten bihter karısı (pis tuncay) giydiği için de moda olmuş, bulmak hiç zor olmadı. bulmakla kaldın mı diye sorucak olanlar olabilir, bulmakla kalmadım, denedim de. türlü ölçüm çeşitlerinde 160-162 cm arasında değişim gösteren boyum sebebiyle çok kötü durdu. of anlatamam ne kadar çirkin durduğunu. uzun boylu hatunlarda knee over boots'ken bu meret, bende all over boots oldu yani, geriye göstericek bacak kalmadı ya :( öf pöf.

züğürt tesellisi gibi olcak ama yani aslında gün geçtikçe gözüme çirkin geliyorlardı zaten. hayat da böyle bi yandan, sen knee over boot diye evden çıkarsın, gel zaman git zaman ılık bi rüzgar eser, yapraklar hışır hışır yapar, insanlar, tesadüfler farkında olmadan seni topuklu ayakkabı almaya yönlendirir. çok şahane çıkarım yaptım doğrusu, aferin bana, ahah.
şu izleyicilerin arasında vakt-i zamanında bir değişik insan vardı, artık yok. kendileri eceyle görüşmüş, sözde ece buna yazmış hatta ahah, neyse aklına getirmiş fakat cesaret edip de bi türlü arayamamış. aferinimi borç bilirim, arasaydın, naber ececim, sen de bal mezunusun ben de bal mezunuyum, hatta bu telefonun salak sahibesi de bal mezunu geyiği çevirebilirdik, olmadı.. dönüp dönüp okuduğum-aslında artık ezbere bildiğim- yegane kitabın yazarı ya bu kadın, sadece bunun için bile çok severim.