http://fizy.com/s/1aigr9
Pazar, Aralık 26
eksildi ömrümüzden, kimbilir kaçıncı gün...
http://fizy.com/s/1aigr9
Perşembe, Aralık 16
Çarşamba, Aralık 15
bugün çok değişik bi gün oldu.
öncelikle, psikiyatr'dan randevu almışım, yani hep ona gidicekmişim. ben tek problemimin yaşamaya katlanamadığım için depresyon olduğunu düşünürken başka bi olayımın da olduğunu öğrendim. demek isterdim ki, bi polar bozukluk varmış bende bilemedin borderline'mışım, uçukmuşum, kaçıkmışım, accaayip marjinalmişim, bunlar hep bundanmış. ama yok öyle bişi, anksiyeteli uyum bozukluğum varmış. bok gibi de bişi. sürekli endişe ve korku haliymiş, araştırdığım kadarıyla. antidepresana başladığım ilk gündü ayrıca. gün be gün anlatırım nası etkilediğini...
sonra bu gün hayatımda ilk defa odtü'de bi eylemie katıldım, ilk defa polisin ne kadar şerefsiz olduğunu bu kadar yakından gördüm. biber gazı, genzimi, gözlerimi, burnumu yaksa da iyi ki gitmişim. uzun zamandır yaptığım ilk şeyden bu kadar memnunum. detaylarını belki sonra anlatırım
Pazartesi, Aralık 13
http://www.eksisozluk.com/show.asp?t=12+aral%C4%B1k+2010+odt%C3%BC+yurtlar+b%C3%B6lgesi+kar+muharebesi
ben yurtta tuvalete gitmeye üşenirken, 500-600 adam kampüsün taa diğer ucundan, gecenin bi vakti akın akın geldiler ya, bütün demirayların ağzını burnunu kırıp, kovalayıp, madara ettiler ya, hayır hem güldüm halime, hem utandım kendimden :)
ha bi de yetmezmiş gibi yoldan geçmeye çalışan, muharabenin ortasına düşüp afallayan taksi şoförüne adeta korku salan, bir başka aracı ortaya alarak kara doyuran, gelmekte olan araçların u dönüşü yaparak gaza basıp kaçmasına sebep olan bu insanlar, şen şakrak kahkahalar attırdınız lan bana, gene buyrun gelin :)
Cumartesi, Aralık 11
- ömrü hayatımın ilk psikolog randevusunu aldım. ama önce psikiyatr ile görüşücekmişim. bana tonlarca ağırlıkta gelen ruhsal sıkıntılarımın gerçekten ağır olup olmadığına bi karar mı verecekler ? bişiyler olsun, iyi gelsin, lütfen. bak yardım çağrıları gönderiyorum...
- ODTÜ yurtları baskıcılık anlamında çileden çıktı. eve çıkıyorum. kimle? diye sorduğunda apışıp kalıcam, belli değil. aslında kimse yok. insanlar üniversite yıllarında çok sevdiği arkadaşlarını da alır yanına eve çıkar, benimkisi öyle değil. internetten, ordan burdan, mail gruplarından birilerini arıyorum. mesela sen burayı okuyan kel alaka biriyken varsa bi tanıdığın, neden olmasın.
- uzaklaşalım, gidelim burdan diye nilgün'ün başının etini yedim. 5-12 aralıkta lyon'a gidicektik, iptal ettik. geçen hafta eskişehire gidicektik, erteledik. bu hafta içindeyse roma, barcelona, paris, amsterdam turu yapmaya karar verdik. gitmemiz gerek artık.
- hatta, erasmus olayına mı girsem, uzaklaşsam, çok uzaklaşsam, döndüğümde daha güzel olmaz mıyım diye düşünüyorum. beni korkutan şeyse, sene uzatmaktan ziyade, ankara'dan 2013te ayrılmak varken, 2014te ayrılma durumu.
- sırtım pencereye dönük. erken saatlerden beri pc başındayım. ve ben kar yağdığını şimdi arkama dönünce farkettim.
- izmir'e de kar yağıyor demiş sözlüktekiler, yağıyor mu? matah da bişi olsa..
- bugünü dünden daha çekilir kılan bi sebep varsa, o özlem'in vatan topraklarına dönüşüdür. canım özlem.
- bi holga'm var, istiyodum ya hani.
- internette turuncu saçlı bi kız evine ev arkadaşı arıyordu, çıksak ne güzel olur, kıvanç da yazar buna diye düşünüp sevinirken ilanın tarih öncesinden kaldığını, tarihi bi anlam içerdiğini fark ettim.
- sözlerin, söylediklerin hep aklımda. her boş anımda bunları düşünüyorum. mesela her gördüğüme dünya kadar değer verip sonra en kolay satılan kişi olmam üzerine. ki bu canımı nası yaktı, anlatmıştım. ama şey, zaten kimseyle tanıştığım görüştüğüm yok. isteğim de yok.
- yaşadıklarımdan öğrendiğim bi şey var diye esip kükreyene şaşırıyorum, o kadar manasız geliyor ki zaten, adeta yaşadıklarımdan bi bok öğrenmiyorum. ama şu var, acıyı, kabullenene kadar çekmiyosun. kabullendiğin şeyler de canını döne döne çok acıtabiliyor.
- 2011 tek yıl.
Cuma, Aralık 10
Pazartesi, Aralık 6
Cumartesi, Kasım 27
yalnızlık senfonisi
uzunca bi süre sonra rüya gördüm, eskiden hep görürdüm, boktan bi hayatım olduğu için sanırım bi süredir rüyanın bile ne olduğunu unuttum. rüyamda önce ben, eda, gözde, annem, teyzem, ananem var. ananemi bana dua ederken görüyorum, nazar olmuşum çekemiyorlar beni moduna girmiycem, zira kıskanılıcak, özenilicek, istenilicek hiçbişeyim yok. evet, ne var, depresyondayım. neyse, ama ananemin gözlerinden yaşlar geliyor, ne olmuş kızım sana diyor. büyü müyü muhabbeti geçiyor. sonra annem en küçük kardeşim ve beni kucağına alıyor, çıkıyoruz evden, biz kucakta. nası oluyo ben de bilemiyorum. denize gidicez sanırım, çeşme'ye gidiyoruz diyor anne, ama yürüye yürüye gidiyoruz, annem kucağında bizle beraber yürüyor, saatlerce, ve biz adı çeşme olmasına karşın bence didim'e gidiyoruz, didim çeşme olmuş, nası anlıyorsun deme anlıyorum, sonra orda birisini görüyorum, deniz kenarında, deniz çok güzel, berrak, açık mavi ama taşlı. bi an bütün görüntü gidiyor, yeni bir görüntü geliyor, anfideyiz. bal'da olabilir ama bence değil, sanki hepimizi bi başka yerde toplamışlar ama anfideyiz, anfinin arka tarafında camekanlı bölümler var hastalar yatıyor, hastane gibi. ama nasıl mutluyum nasıl. o gün burak'ın doğumgünüymüş ama mustafa bi yerde, burak bi yerde, iki ayrı uçtalar, bişi olmuş. herkese bişi olmuş. sonra bir iki konuşma, bişeyler, inan oraları hatırlayamadım şimdi. filmlerde görürüz ya hani( yani ben başka yerde görmedim, belki sen görmüşsündür) hasta böyle ölücek gibi oluyor, bütün makineler sinyaller veriyor ya, bi stres, bi heyecan, bi koşuşturmadır başladı işte hemen arkamızda. döndük, dedim ben sana, dedim. bak adam ölüyor, azıcık vakitleri var, bak şu hallerine işte, bunu sen nası kaldırıcaksın, zor bu, çok zor. başka bişiler bişiler daha dedim. belki de, ilk düşündüğün gibi odtü felsefe olmalıydı dedim. o bölümde sana benzeyen insanlar var, dedim. bi tanesini tanıyorum her gördüğümde çok seviniyorum dedim. dedim de dedim. rüyamda bununla hesaplaştım. sonra uyandım işte.
ben hiç demedim ki, hiç imasını bile etmedim ki, ankara beyaz, ankara güzel insanların güzel şehri.
şunu idrak etmek dün beni çok üzdü. ben ilk gelirken buraya, cümleleri şu şekilde kurardım, ankara'ya "gidiyorum", bayram'da izmir'e "dönüyorum". dönüyorum yani. asıl oraya aitim.
ama artık, bayramda izmir'e gidiyorum, bayram sonunda ankara'ya dönüyorum demeye başladığımı fark ettim. ne ara değişmiş, ne ara ağzıma yerleşmiş. yok, ben alışmak falan istemiyorum.
bi de istanbul'u daha hiç görmedim ki..
bugün beni kontrol edebilicek kimse yok, ben sarhoş olduğumda, ki çok kolay olurum, hep birileri beni toparlamaya çalışmıştı şimdiye kadar, bugün çok kendi kendime içip, belamı bulmak niyetindeyim.
dahası, ezginin günlüğü konserine gittik çok eskiden, önce büyük şehir belediye, orkestra cart curt bişiler çıkmış, çok da güzel şarkılar söylemişti. bi kadın vardı, tombul biraz, balık etli yani, kabarık yavru ağzı gibi turuncu gibi bi elbisesi vardı, epey cüsseli gözüküyordu hatta.
sıra ona geldiğinde, "bu gün benim doğum günüm ve ben bugün çok yalnızım..." demişti
sonra içimize işleyerek bunu söyledi, utku falan da vardı bak, ben ne zaman duysam anımsarım,
noldu sonra o kadın?
Perşembe, Kasım 18
Cumartesi, Kasım 6
ce que je suis
Pazartesi, Kasım 1
odtü!
Pazar, Ekim 31
gülümsemeleri hep buruk keyfi kaçmış güzel kadın benim
Gönlüme aşk sokacak kadının canını yakan gerçeğin ciddiyetini elinden söke söke almaz, her koyunun kendi bacağından asıldığı kasap dükkanını basıp o kendini bilmez kasabı o askıya asmaz mıyım?
Şefkatin sadece annesinin kucağında var olduğunu savunanlara inat, en vahşi sevişmelerimizin altına şefkatten minderler, yastıklar yaymaz mıyım? Kalemi elimden atıp, bagetlerle kaldırım taşlarını, çöp kutularını, bahçe duvarlarını, merdiven korkuluklarını enstrüman edip bütün dünyasını müziğe boğmaz mıyım, gerçeği rüyadan güzel olan kadının?
Farkına bile varmadan, canını sıkan gerçekleri, kimselerin kuramayacağı hayallerin altında ezmez miyim? Gerçekle hayali, hayalle gerçeği birbirine karıştırıp sen sarhoştan hallice çakırkeyif olmuşken kollarıma düşen aşk yorgunu başını okşaya okşaya rüyaların kucağına atmaz mıyım seni, herkesin istediği ama kimsenin ne istediğini anlayamadığı güzel kadın? Ve sonunda, elinde kalacak olan bir hayat dolusu anıysa, o hayatın her anını film karesine çevirmez miyim?
Sabah uyanan ahaliyi şaşırtmak için geceleri sağı solu keyfince boyayan yaramaz Orhan Veli’nin benim yanımda ancak somurtuk bir yaşlı amca gibi kalacağını biliyorsun değil mi, aşkını anlatmaya korkan, gülümsemeleri hic kahkahaya ulaşmayan kadın?
Dertlerini atıp şımaracaksan, şımardığın her anın tadını benimle paylaşacaksan, herkesin kendine ait sandığı o gökyüzünü her saat başı, canın o saatte hangisini istiyorsa o renge boyamaz mıyım?
Şımardıkça gülümsemelerin buruk kıvrıkları kaybolacak, dudakların sabahlara kadar koklasam doymayacağım yanaklarına varacaksa, şımardıkça keyif vererek seveceksen, şımardıkça daha çok seveceksen, gökyüzünü renkten renge çalmaz mıyım?
Ben de alıcam kırmızı bi Holga!
02. onu her zaman kullan - gece ve gündüz.
03. lomografi hayatına dışarıdan yapılan bir müdahale değil, onun parçasıdır.
04. bir anda kaldırdığın elinle çekim yapmayı dene.
05. lomografik arzunun hedefi olan objelere olabildiğince yaklaş.
06. düşünme.
07. hızlı ol.
08. filmde yakaladığının, ortaya çıkmadan önce ne olduğunu bilmek zorunda değilsin...
09. ...ortaya çıktıktan sonra da.
10. kuralları takma.
Pazar, Eylül 26
balımcım
Çarşamba, Eylül 22
ve ne zamandır
no alarms and no surprises
ben kaçayım en iyisi,şöyle güzel ahşap bir evim olsun denize bakan,kumsalın üstünde,arkamda orman olsun,kimse ulaşamasın bana,kaçayım ben en iyisi.
a job that slowly kills you
bruises that won't heal
you look so tired and happy
bring down the government
they don't
they don't speak for us
i'll take a quiet life
a handshake and carbonmonoxide
no alarms and no surprises
no alarms and no surprises
no alarms and no surprises
silent
silent
this is my final fit
my final bellyache
with no alarms and no surprises
no alarms and no surprises
no alarms and no surprises please
such a pretty house and
such a pretty garden and
no alarms and no surprises
no alarms and no surprises
no alarms and no surprises
please
Perşembe, Eylül 16
Çarşamba, Eylül 15
- Ailesini özlemiş olarak uyanan
- insanlar uyuyorsa onlarla öğlene kadar uyuyan
- kalkar kalkmaz evde yabancı da olsa herkese tek tek, koşup üstüne atlamak, kuyruğu deliler gibi sallamak suretiyle günaydın diyen
- ama uyuyan kimseyi rahatsız etmeyen
- uyuma numarası yapıyosan fark ettiği ilk anda üzerine atlayan
- yemek yemeye bayılan
- mamasını gördüğünde bile heyecandan zıp zıp zıplayan
- başkası vermiş olmasına rağmen mamasının verilmediğini sanarak, ikinci mamayı verdiğinde bile heyecanından hiçbir şey yitirmeyen, aman doydum eksik kalsın demeyen
- mama tabağını yalayan
- televizyon izlemeye bayılan
- kumandaları ağzına almayı hiçbir şeye değişmeyen
- en büyük zevklerinden biri klimanın karşısına geçip püfür püfür yatmak olan
- osururken bile son derece cool tavırlar takınan (ne var yani!?)
- hayır ve gel komutlarını çok iyi bilen
- fakat bazen bilmemezlikten gelen
- mutfağa girmesi yasak olan
- mutfakta yemek yenirken, açık kapının önüne yatan
- yemek bitene kadar kalkmadan izleyen
- ödül bisküvileri için canını vericek olan (7. kattan aşağı bisküvi atsan, atlar peşinden)
- eve gelenleri karşılamayı görev edinen
- kapı ziline herkesten önce koşan
- kapıyı açmakta geciktiysek hav hav havlayan
- kendileri balkona kapatılmışken kapı çalıyorsa, gene hav hav havlayan
- tanıdık tanımadık herkese kuyruk sallayan
- misafirin ilgilenmediyse, hiç rahat bırakmayan,
- ilgi ve sevgi manyağı ola
- eve çocuk geldiğinde mutluluktan çıldıran
- 3 tane koşuşturan çocuk varsa o da oyun oynamak peşlerine 4. olarak takılan,
- maalesef çocukları korkutan
- teşekkür etmek için insanın elleri, ayaklarını ve ayak parmaklarını yalayan
- bu sırada çok gıdıklayan
- konuşunca anlıyormuş gibi dinleyen
- evde yalnız bırakıldığında küsen
- trip atan, çok üzülen
- bazen cezalandırıp gözünün içine baka baka çişini halıya yapan
- ve hatta akabinde kakasını da yapan
- yataklara yatmaya, koltuğa oturmaya bayılan
- yaramazlık yaptığında koşa koşa olay mahalinden uzaklaşan, heyecanlanan
- böylece hemen kendini belli eden
- benim yatağımda yatmaya bayılan
- bin kere kızmış olmamıza rağmen hepimiz salonda tv izlerken gidip o yatağa yatıp sağına soluna bakınan
- makyaj malzemelerinin üstüne üstüne atlayıp bi türlü erişemeyen
- adını bilen
- karanlıktan korkan
- çamaşır makinesinin sesinden korkan
- süpürgenin sesinden korkan
- sandalyelerden korkan
- bağırdığında korkup, bağırmayan kişinin arkasına saklanan
- kızdırdığı insan sakinleşince hemen mıyır mıyır sokulan
- ayakkabılık açık kalınca terlik hırsızlığı yapan
- terliklerin teklerini saklayan
- genelde ağzında terlikle dolaşan bu yuzden azarlanan
- kirli sepetini karıştırmak, en çok sevdiği yaramazlıklardan biri olan
- çorap çalan
- çorabı bıraksın diye ağzından, önüne kemik atıldığında ikisini birden ağzında taşımaya çalışan
- bazen canı sıkılan
- bazen depresyona giren
- dışarı çıkmak için can atan
- tasmasını getirip önüne koyan
- dışarı çıkıcağını anladığında sevinçten çıldıran
- kapı açıldığında dışarı kaçan
- asansörü çok ilginç, incelenesi bulan
- başka köpeklerden, goldenlardan korkan
- gördüğü her insana yavşayan
- öpüldüğünde çok mutlu olan
- otururken yanına gelip insan gibi tek kolunu üstüne atarak sarılan
- çok özleyen,
- çok seven
- çok sevilen bişimiş bu...
tea can do that
Pazartesi, Eylül 13
Pazar, Eylül 5
Allah ve ben
Cumartesi, Eylül 4
Kırıcı olmayı öğreniyorum 101
Çarşamba, Eylül 1
Cuma, Ağustos 20
küçük kızım adsız
anne oldum ben, yani bilemedin teyze(anne yarısı) oldum ama ben kendimi anne gibi hissediyorum, ahah. vakti zamanında, abartmiyim öss'ye hazırlanırken işte, sağıma soluma hep bi golden'ımız olsaydı, gezdirseydik oynasaydık kordonda, daha mı mutlu olurduk acaba minvalinde sorular yönelten bir insandım. derken derken yaz okulundan eve bi döndüm, küçücük minicik kızım kapıda karşıladı beni, meğersem 2 haftadır bizdeymiş :) adı cookie, mitra ve balım arasında belirsiz. her gün farklı isimle seslendiğimiz için manyak olucak diye tedirginim. ufaklığın hayattaki en büyük eğlencesi kapı çalınca kapıya koşmak, adeta bir teşrifatçı gibi gelenleri buyur etmek. ve en çok zamanını geçirdiği aktivite de uğurunda kurabiye alabilmek için gidip gidip kurabiye çekmecesinin altında oturmak, volta atmak, gel seviyim biraz seni diye yaklaşanı şirinlik yapa yapa kurabiyelere doğru yöneltmek. hiç doymuyor, kimlere çektiyse :/
Cuma, Ağustos 13
hacettepe!
hayatımızın bi kısmını boka benzeten öss, uzunca bi süre hoş kal, hoşçakal, başka gençlere zulmet bebeyim. öptüm by.
Pazar, Ağustos 1
Salı, Temmuz 13
Cumartesi, Temmuz 10
We Both Go Down Together
hold tight, it's just beginning.
Cumartesi, Temmuz 3
Salı, Haziran 29
sen bakarken soyunamıyorum
peki.
Salı, Haziran 22
kız bilogu 2!
tuncay şahanesi ağzı açık foto çekmeye bayıldığı için bu böyle, bi tane daha var ki onda da gülümsemekle yüzümü buruşturmak arasında kararsız kalmışım belli ki, sadece saçlara bakmak suretiyleidare ediverin bebekler
sonra günlerden bir gün, tuncay'la sohbet edip zaman öldürürken, gözümüz bir kıza takıldı. daha ziyade saçlarına. amman yarabbi dedik, böyle hani klişe olan siyah saçlı bi kızın saç uçlarını kızıla boyatmasıdır bilirsiniz, bu hatun tepeleri kızıl yapıl uçlara siyaha boyatmış. böyle baktık kaldık, yan masamızda oturduğu sürece gözlerimizle kızı rahatsız ettik. ben hemen özenen bi insan olduğumdan mütevellit, izmir'e gelir gelmez yemedim içmedim, kızın saç rengini aynen gittim yaptırdım. saç modelimiz de aynıydı önler uzun arkalar kısa, fakat kahkülleri yoktu bir tek. kahkülleri ben de istemiyorum zaten artık sıkıldım. neyse işte o saçlar da bunlar.
sakız adası diye bi kafe var, sahibi rum. yunanistan'a gitmişiz gibi olmuş bu foto çok sevdim ya :) bi de evet ben, kaç gün (üç) özlediği sevgilisinin karşısına makyaj yapmadan çıkıcak kadar leylayım artık, evden uçarak, koşarak, zıplayarak çıktım.
bu post burada biter :)
şimdi şöyle oldu bi sürü şey
Pazartesi, Mayıs 10
Salı, Nisan 20
kız bilogu!
Pazar, Nisan 11
Perşembe, Nisan 1
Pazartesi, Mart 22
29.03.2010, kartlaşıyor olmam
Perşembe, Mart 18
ece
angie, angie, where will it lead us from here
with no loving in our souls and no money in our coats
you can't say we're satisfied
but angie, angie, you can't say we never tried.
angie, you're beautiful, but ain't it time we said goodbye
angie, i still love you, remember all those nights we cried
all the dreams we held so close seemed to all go up in smoke
let me whisper in your ear
angie, angie, where will it lead us from here
oh, angie, don't you weep, all your kisses still taste sweet
i hate that sadness in your eyes
but angie, angie, ain't it time we said good-bye
with no loving in our souls and no money in our coats
you can't say we're satisfied
but angie, i still love you, baby, ev'rywhere i look i see your eyes
there ain't a woman that comes close to you come on baby, dry your eyes
but angie, angie, ain't it good to be alive
angie, angie, they can't say we never tried
Pazar, Mart 14
hayat ve anlamı
Geçen haftadan beri hayatımın pek bir anlamı yok gibi geliyor. Ne yazılarımı okutacağım birisi, ne sabah güldüğümüz birisi, ne de balkonda kuşları yemlediğimiz birisi var yanımda. Yok yani. İşin en fenası da bu yok oluşun, tam anlamıyla bi yok oluş halinde gerçekleşmesi oldu. Gayet güzel kahvaltı ederken, birlikte Türk kahvesi için tek bir sigarayı ortaklaşa tüttürürken birden akşam oluyor, evde kimseler yok. Çat! Şimdi evde iki kişi kaldık. Kedimiz Tortor da bu vesileyle üzerime kaldı. Yokluk kendisini zamanla hissettiren bir şey. Varken olanı hissetmiyorsunuz, yokken de olmayanı hissediyorsunuz, garip. Kısa sürede çok üzüldüm.
Üzülmemin sebeplerini düşündüm biraz. İnsan çok sevdiği birisini kaybedince (bence) birkaç şeyden dolayı üzülüyor. Ben artık onunla bi şeyler paylaşamayacak olmama üzüldüm. Kumda kendisini temizleyen bir serçe, suyun dibinden giden bi balık sürüsü gördüğümde artık gösterecek kimsem yok. Çok yalnızım. Ama arkadaşlar iyidir, beni yalnız bırakmıyorlar. Yalnız kaldığınız her an bi takım anılar çıt, çıt ya da güm güm şeklinde kafanızın içinde patlayıveriyor. Geceleri uyumak çok zor. İçki de içmediğimden, uyumak için alternatif tıbbın tüm bileşenlerini devreye sokuyorum.
Gözlerimi bilinçli olarak kapatmak istemediğimden yapılabilecek en sıradan şeyi yapı TV’ye bakarken ekran karşısında sızıyorum. Sabah kalkış kısmı daha fena. Uyandıktan sonra yatak keyfi diye bir şey yok. Zaten yatakta keyif yapacak bi şey de yok. Sabahın köründe kargalarla birlikte oturup bok yemeye başlıyorum ben de. Ne yapalım, hiçbir şeyi değiştiremiyoruz ne de olsa. ‘Hayat devam ediyor’ filan diyorlar ama benim için aslında hayat pek devam etmiyor şu sıralar. Neyi devam etsin? Benim için hayat yeniden başlıyor şu anda sanırım. Hem de sıfırdan.
Sevindiğim şeyler de var. Son bir yılı reklam acansındaki işimden ayrılıp evde Nursel’le birlikte geçirmiş olmamız beni en çok rahatlatan şeylerden biri. Ortalama insanlardan çok daha fazla birlikte ve mutluyduk son bir yıl içinde. Evde sabahtan akşama oturup, ağaçlara bulutlara, Tortor’a bakıp gülüyorduk. Çok mutluyduk, gerçekten. Çoğu insanın yaşayamayacağı kadar mutluluk yaşadım son bir senede. Ne yazık ki mutluluk da elektrik gibi bir yere istiflenmesi zor bi duygu. Şimdi o mutluluk anları anı olarak suratıma kapanıyor. Yalnızlığın bir başka karanlık tarafı da ortaya çıkıyor böylece; karşılaşmalar.
Sabahtan akşama çevremdeki birçok şeyde birlikte yaşadığım, eğlendiğim ve mutlu olduğum insanı görüyorum ister istemez. Neyse ki şimdi kendisini Heybeli’ye bıraktık. Bir süre sonra o da adanın bir parçası olacak, Heybeli’ye her gittiğimde belki de enseme konan bir sinek, topraktan çıkan bir çiçek, ağacın tekinde ekşi bi erik ya da peşimden gelen yavru bi kedi olacak. Şimdilik beklemekte yarar var. Hiçbir şey kaybolmuyor, bu da bir gerçek.
Hep çok şanslı olduğumu düşünürdüm. Hâlâ da düşünüyorum galiba. Hep istediğim işi yaptım, beni sıkan protokollere, ıvıra zıvıra bulaşmadım, zora gelmedim, her işim iyi gitti... Ama geçen haftaki bomba biraz fena patladı bende. Şu anda evrensel şans skalasında eksilere düştüm sanırım. Bundan sonrası yukarı çıkış olabilir sadece.
‘Küçük şeylerle mutlu olmayı bilmek lazım’ gibi zırvalar vardır ya, işte biz aynen o laflardaki gibiydik. Küçük ama mutlu bi hayatımız vardı. Dolaptan kestiğim bi parça kaşar peynirine sevinirdi. Susadığı zaman götürdüğüm bi bardak suyun yüzünde yarattığı mutluluğu görmeniz gerekirdi beni anlamanız için. Sabahları sağlıklı olalım diye tek bi aspirini içip “Şimdi mükemmel olduk” diye salak salak sevinirdik. Bahar geldiğinde balkonu çevreleyen ağaçların yaprakları yeşerip her yer yemyeşil olduğunda dünyanın en mutlu ikilisi olurduk. İnsan burnuna Çin yağı sürüp uyuyacak diye sevinir mi? Bazısı seviniyormuş, o da bana denk gelmiş. Şans işi işte.
Bir yandan da birbirimize hiç benzemezdik. Zevklerimiz çok farklıydı ama bana her zaman yeni bir şeyler gösterirdi. İnsan olmayı, çevremi sevmeyi Nursel’den öğreniyordum, daha da alacak çok dersim vardı. Krediler tamamlanmadan kaçtı gitti, bizim krediler de yandı badem oldu. Daha öğrenecek çok şeyim vardı.
Beni hayata bağlayan şeydi kendisi. O gidince iyice saçma sapan bir insan olacağım gibi hissediyorum. Bana kızacak, yaptıklarıma laf edecek ya da beni çekip çevirecek birisi yok şimdi. Dımdızlak kaldım evde, bir de kucağımda Tortor var, mal gibi salonda kanepede oturuyoruz, ağaçların gölgelerine bakıyoruz işte.
Durum böyle olunca hayatın da anlamını görmeye başlıyorum ağırdan. Hayatımızın anlamı anılarımızmış, onu fark ediyorum bi kez daha. Güneş doğuyor, güneş batıyor, haberlerde saçma sapan şeyler, iş yerindeki sıkıntılar, kişisel çekişmeler filan acayip fasa fisoymuş,
bi kere daha ayılıyorsunuz. Ama narkozdan hızlı çıkmak da bi kafa yapıyor. Anlamsızlık içinde buluyorum kendimi sık sık. Evinde oturan ve yaşadığı hayatın bomboş olduğunu gören bir emekli gibiyim. Tek farkım çok güzel yaşadım, geçen haftaya kadar da kazasız belasız geldiydik. Naapalım, piyango bu sefer bana çıktı, yarın başkasına çıkacak, sonraki gün de bir başkasına. Çekiliş hep devam edecek.
Bi fotoğraf filan koymak istiyordum ama hiçbir şeye bakamıyorum. Zaten tüm fotoğraflar benim aklımda. Zamanla çıt çıt açılıyorlar. Şimdi onlara bakmak için çok erken.
Karşılaşmalar, eşyalar ve yerler en fenası. Ama her şey ilk seferinde çok acıtıyor insanın içini. Aynı yerden ikinci geçişinizde sadece içinizde bi sıcaklık kalıyor. Bakalım ne olacak? Hayatımın en büyük darbesinden sonra ne kadar sıcak beni kurtaracak bilemiyorum. Yalnızlık sıcak bi şey değil, onu çok iyi biliyorum.
Geçen hafta tam da şu satırları yazdığım sırada yanımdan gitti, artık yok. Yani var ama, yok. Üzücü ama gerçek, ne yapalım?
Şimdi arkadaşlarla daha fazla zaman geçirilecek, onlarla da güzel anlar paylaşılacak, mutlu yaşamaya devam edilecek. Mutlu olmaktan başka yapacak bir şey yok. Yani var ama, yok.
Cumartesi, Mart 13
Salı, Mart 9
sevecekse elbet, kırık bir kemiğin hüznüyle sevecek kalbim...
vurma bana, vurma! içimin oyuncakları kırılıyor
zor bir çocuğun üşümüş eliydim
tüysüz yüzüm tüzüklerinize küs
yanlışlıkla kalırım yoğun bakım yalnızlığımla
- bana vururken ellerini incitme yorgun amca
akşam çocuklarını nasıl seversin yoksa
morarmış bir çift göz kafama buyur ettim
kabuk benim toprağa, kanasa yara benim
çünkü beni panzerler ezdi, son nefesteyim
- devlet beni vur! büyüyorum,
ben tehlikeyim
hırsızların çaldığı dilimi çığlıklarla onardım
katillerin boşalttığı ruhumu alkışlarla
buradayım:
cevabın soruyu incittiği yerde
susarak kör edecek tarihin gözlerini
- öldürmek -bilmem neden, kadîm mesleğiniz miydi
.
.
çünkü bilmezsiniz
kalbini unuttuğunuz o çocuklar
tarihin beyaz taylarıdır
şimdi bu çocuklar ölmemiş gibi yapsak
karga gak dememiş, tavşan dağa küsmemiş gibi
.
size daha çok riya gerek
sen çirkin bir pinokyo’sun adam
ellerin çünkü ölümlere uzuyor
büyüklerimi say… büyüklerimi… büyü…
Cuma, Mart 5
Pazar, Şubat 28
eda.
Pazartesi, Şubat 15
aşk olsun
Sevmek ne uzun kelime!, diyordu Cemal Süreya.
Biz de diyelim o halde, sevmek ne uzun kelime! Ve şunu da diyelim: Bir yıla, bir ömre dahi sığmayacak kadar uzun bu kelime, nasıl olur da bir güne sığar? Sığabilir mi? Mümkünatı var mı?
14 Şubat yaklaşırken, baktığı her şeyi paraya çevirmeye programlanmış sistemin sevgililer günü virüsü tüm dünyaya yayıldı. Dört bir yanımız bir tür suçiçeğine kesti. Çarşının, pazarın, hayatın kalp şeklinde kırmızı lekeciklerden kendini kurtarabildiği çok az yer kaldı. Hastalığa yakalananlar eski çarşı pazarların modern versiyonu AVM'lerden çıkmıyor, yakalanmayanlar kaçacak yer arıyor: elde kalan son kutsal duygulardan birinin rezil bir tüketim politikasının eline düşmesinden ar ediyor, öfkeleniyorlar.
Ama insanların birbirini öldürmesinden, birbirinden korkmasından, şüphelenmesinden para kazanan bir sistem, nasıl olacaktı da insanların birbirini sevmesinden para kazanmayacaktı? Mümkün müydü?
Düşünüldü taşınıldı. Önce bir hikaye lazımdı. Sonuçta şu Aziz Valentine hikâyesi çıktı "Zaten sevişiyorlar" dedi teorisyenlerden biri "Yılda bir gün de bizim için sevişecekler, hepsi bu!". Ve ekledi bir diğeri: "Biz hiçbir şey yapmayacağız, yalnızca ambalaj, kalp formunda kırmızı kutucuklar, hepsi bu." Ve virüs tüm dünyaya yayıldı. Her 14 Şubat'ta çarşıda pazarda kalp formunda kırmızı kutucuklarda herkesin bütçesine göre aşk satılmaya başlandı. Aşka dair bütün klişeler pazara sürüldü. Aşk paraya tahvil edildi. Ama hangi aşk?
İnsanın aşkı satın almaya kalkması için ilk önce aşktan haberi olmaması gerekir. Bunun için de kendinden bihaber olması, kendini, bedenini, duygularını okumayı bilmemesi gerekir. Bu da, eğitim sistemine ve kitlesel medyaya havale edilmiştir, bilindiği üzere. Aşkın, her yere ulaşan uzun ahtapot kollarına, bilinçleri zehirleyen gazlarına rağmen sistemin her zaman girmeyi beceremeyeceği özel bir alan olduğunu unutması gerekir. Orada yalnızca iki insanın macerasının olduğunu, yalnızca ikisine ait bir dille yazıldığını, yalnızca ikisinin bildiği gizli bilgilerle örüldüğünü hiç hatırlamaması gerekir. İki kişiye ait bir gizli bilgilerhiyeroglifidir aşk.
Aşık ve maşuk insanların yaşadığı bir başka alem olduğunu, orada hayatın adına aşk denilen her biri kendi tadında farklı meyvelerinden tadıldığını, o meyveyi tadan insanların değişip büyüyüp güzelleştiğini, bu büyülü âlemden kimsenin girdiği gibi çıkamadığını hiç fark etmemesi gerekir. Ve adına aşk denen bu güzel alemin sistemden gayrı herkese açık olduğunu bilmemesi gerekir. Mevlana'nın dediği gibi "O geniş ovada elbet bizim de bir yerimiz var. Arif oraya varanda, başını kor."
Aslında her çiftin bir özel günü vardır ve o özel gün genelde, sayısız özel biçimleriyle, kutlanır. Ama sistem detayları sevmez, farklılıktan hoşlanmaz, çeşitlilik sinirini bozar. Var gücüyle kendi tüketici formülünü dayatır. 14 Şubat bir yanıyla tüketim kültürünün bir uzantısıdır elbet ama bir yanıyla da sistemin tektipçi yanını ifşa eder. Kitlesel tüketimi coşturmak için bütün özel günleri 14 Şubat'ta toplamayı denediğini gösterir. Sunduğu üniforma askerinki ya da polisinki değildir, Daltonların çizgili üniforması da değildir, ama kırmızıya ve beyaza kesmiş, üzeri kalpten lekeciklerle dolu tasarımıyla onlardan özünde bir farkı yoktur. Varsaydığı aşk kızla erkeğin aşkıdır. Adamla kadını bile dahil etmez, kadınla kadının, erkekle erkeğin aşkı zaten çok ayıptır. Teklif edilmesi dahi düşünülemez.
Aynı minvalde, aşk tercihi ne olursa olsun, yalnız insanı da dışlar bu tüketim sistemi. Umudunu "Düşünüyorum, öyleyse varsın" diye insanca bir cümleyle besleyen ve arayan yalnız insanın takviminden bir günü çalar kendince. Hatta okulun, ailenin, askerin iğdiş edici tedrisatından geçmiş, medyanın yağmurundan nasibini epeyce almış sıradan vatandaşa, eğer yalnızsa, tarifsiz acılar sunar. Parası olmayan kişi bir hiçtir, sistemin bakış açısına göre. 14 Şubat'ta sevgilisi olmayanın da bir hiç olduğunu söyler aynı bakış açısı.
Kendi yarattığı insan biçimine yine kendi yarattığı aşk formlarını, stil hediyeleri, sosyal aktiviteleri sattığı da söylenebilir bir taraftan. Yalnız bırakılan, korkutulan, düşünme, yaratma, üretme becerileri ellerinden alınan insanların yalnızca Allaha sığınmadığını, bazen mevcut sisteme, tüketim çılgınlığına, hatta çoğu zaman sevilmediklerini bildikleri ötekine sığınabileceklerini de gösterir bize. Bu yanıyla öğreticidir de bizim için.
Aşk bir müsamereye dönüşür 14 Şubatlarda. Ancak o aşk bizim aşkımız değildir. Argümanlarımız haklıdır. Aşkınçağrıldığı yere geldiğinin daha vaki olmadığını, kaprisli, sürprizli olduğunu, ele avuca sığmadığını, uçarı, haşarı, havai olduğunu, insanlığın en büyük öğretmenlerinden olduğunu, bize elimizden tutup kim olduğumuzu, ne olduğumuzu öğrettiğini ve daha birçok şey söyleyebiliriz. Bitmez.
14 Şubatlarda aşklar dağlarda gezer, diyor bir arkadaşım gülerek. Aşkın sisteme el vermeyen, sisteme karşı koyan, boyun eğmeyen ve asla da eğmeyecek olan isyankar yanını, eşkıya yanını söylüyor bir yandan. Dağlarda bir ateşin başına oturup bize, şehirlerimize bakıp ne düşünür acaba? diyorum ben deÜzülüyor mudur halimize?
Boş ver bu melankolik safsataları, diyor arkadaşım,Ateşe dikkat et, kalp formunda kırmızı kutucuklarla besliyor ateşi. (BK/TK)
Bülent Kale
http://www.bianet.org/bianet/toplum/120046-ask-olsun"
önce, cümlesi cümlesine gerçekten anlamlısın. 14 şubat, hediyeyi seven hatta almaktan çok da vermeyi seven benim için sadece "hediye almaya yer olsun" günüydü. ama artık o da değil. hediye almak için illa adı belirlenmiş, çizgileri çekilmiş bir güne ya da sebebe mi ihtiyaç varmış sanki? düşünememiş ve saçmalamışım.